LASTİK

Acaba sapan için ekşi sözlükte başka tanımlar var mı diye göz gezdirince dehşete düştüm. Ne kadar çok bilgi var. Sapana biz lastik veya kuşlastiği de deriz. Çocukluğumuzda oldukça kullandığımız bir oyuncaktı. Hatta Sunay Akın’ın oyuncak müzesi açacağını öğrenince apar topar Çarşamba’dan arkadaşlara bir çift yaptırtmış, boynumda sapanla girmiştim müzeye. Orada da bırakmıştım.

Şairin “ah kimselerin vakti yok durup ince bir şeyleri anlamaya” (*) dizelerini okuduğumdan bu güne yaşamımızı nasıl da hızlıca akıttığımızı,  ruhlarımızın geride kaldığını (**) farkedip biraz yavaşladım sanki. Birşeyleri kaçırır gibi olsan da daha iyi manzara seyretme lüksün oluyor. Uzun hikaye bu, felsefi boyutu da ayrı ama hadi fenerimi  “folklor” hatta onun bir ana bileşenlerinden olan “halk oyunları” ve amatörce peşinden koşturanlar üstüne çevireyim.

1980`li yılların ortalarında Ankara’da çalışma yaşamına atıldıktan sonra, halk dansları, dernekçilik gibi konuların; yeni tanıştığım ve daha sonraları da tanışmaya devam edeceğim bir grup yaşıtlarımın yaşamlarında ne kadar önemli olduğunu gördüm,  tanıklık ettim.  Sadece amatör spor yapan biri olarak  (izlemesi hariç) ilgi duymadığım bir alandı ve insanlar bu konuda neler neler yaşıyordu. Dostluklar  arkadaşlıklar pekişti, gelişti, okullar bitirildi, işlere girildi, evlenildi. 80`lerin sonunda  Yeşim ve Nuri Kızıltan çifti ile hafiften zaman farkı olsa da birlikte İstanbul’a taşındık. Doğal olarak burada da halk oyunları çalışmalarına başladı arkadaşlarım. 1990`lı yıllardan 2010`lu yıllara süregelen, halk oyunlarından dansa evrilen/çevrilen süreçler boyunca da bir şekilde kenarda köşede bu arkadaşlarımın yanında bulundum. Özellikle çocukların büyüme ve gelişme dönemlerinde yapılan fedakarlıklarının tanığı olmakla birlikte abartılı bulduğum bu davranışlarını eleştirmekten de geri kalmadığımı belirtirim. Bu yazı konusuna başlık olan “lastik” fıkrasını da  salt bu ikili arkadaşıma değil, aynı yollarda yürüyen ve de bu yazıyı okuyan tüm yönetici, dansçı, üye, misafir tüm gönül vermiş vazgeçmeyen, geçemeyen güzel ve (haydi) deli danssever insanlara hoşgörülerine sığınarak ithaf edeyim.

Bulunduğumuz coğrafyadaki kültürel zenginliklerin ne kadar çok ve zenginleştirilebileceğini gördükçe keyif almakla üzüntü duyma arasında duygu gelgitleri yaşamamak olası değil. Bizim folklorümüzün bir ayağı olan halk oyunlarının, üstümde yarattığı duygu, işlenebilir yığınla maden kaynağının kullanım dışı tutulması gibi(ydi). Elmas elinizde ancak işlenmemiş, kötü görüntülü bir karbon halinde… Orijinal bu diyerek gösterip duruyorsunuz. İşlenmesi durumunda nasıl olacağı konusu aslında malum… Malum da, dinozor tabir edilen ustaların iki dudağının arasından çıkacakları göğüslemek ya da TRT sansür zihniyeti gibi bir kılıcın başta sallanır halde durması, değişime karşı durma eğilimi (oyuncak elden gider mi)  etkendi herhalde. Konudaki bütün bilgi eksikliğime rağmen, insanları cezbedici görselliğin, müziğin, renklerin ve benzeri  çeşitliliğin artırılması çok insanı izlemeye (hatta oynamaya) teşvik edici olacağını  düşünmüşlüğüm halen belleğimde.  Ne zaman?

Çocukluğu saymazsak birkaç cenaze, bir kaç film ve ailesel birkaç olay dışında ağlamak, aşırı hislenmek, aşırı duygusallaşmak yaşamımda pek yer almadı. Deyim yerindeyse sulugöz tabir edilen cinslerden değilimdir. Ama bunun bir istisnası var. Halk dansları, oyunları, yarışmaları, gösterileri, festivaller…  Yıllarca AKM`de (***) halk oyunlarımızın çeşit çeşit yörelerini değişik çizgi/ kareografi dışında yarışma gereği hep aynıymış gibi izlesek de her defasında kültür zenginliğimize hayran ve duygulanmış geçerdim oralardan.  Şüphesiz aynı durum dernek geceleri için de geçerliydi.

Bir gün “Sultans Of The Dance” izledik. Sıkı bir emek ve para ile ortaya konulan prodüksiyon/yapım doğrusu harikaydı. Çok etkilendiğimi ve gösteride  çekinmeden ağladığımı  açıkça söyleyeyim. Amorf karbonun elmasa dönüştürülmeye başlanmış haliydi işte… Doğal ki profesyonel çalışmanın yani “Sultan’s” ekibinin başarı dalgası, bizim amatör derneklerimize de ulaştı.

Yıllar,  yenilikleri, değişiklikleri getirdi. Özellikle yıllardan beri dans eden arkadaşlar  zaten farkındalar,  zira bütün bu güzellikleri yenilikleri onlar gerçekleştirdi. Şöyle bir derin nefes alıp, geriye dönüp nostalji yapmalarında da yarar var tabi…

Uzattım galiba. Dönelim bizim Kızıltan ekibine… Yıllarca aşağı yukarı şu cümleleri her sezon sonunda duydum, dinledim : “Bu sene tamam, yeter ya, yoruldum, artık oynamam…”. Her sezon başlangıcında da kaybettiği oyuncağına kavuşan çocuk sevinci… Ha, bu cümleler azıcık farklılaşsa da halen devam ediyor; “bu sene tamam, daha uğraşamam, azıcık da başkaları  yürütsün, yok benden yöneticilik, aman işlerim, aman çocuklarım…”

Sanırsam bu güzel arkadaşlarımın daha nice nice yıllar, kalpleri ve kendileri genç ve güzel arkadaşlarla ve de bu harika  dernek çatısı altında nice güzellikler yaşayacağını, onlara abilik, ablalık, arkadaşlık  yapacağını da biliyorum. Nasıl mı?

Kasabanın birinde bir mahallede gençten biri var adı  da Sülo. Bu Sülo’nun işi gücü sapanla kuş vurmak. Gün boyu elinde lastik sapan kuş peşinde dolanıp duruyor. Fakat etrafta da ne cam bırakıyor ne çerçeve. Mahalleli bezmiş. Şikayet şikayet üstüne. Karakola çekmeler, dayaklar, falakalar, nafile… Sülo çıkar çıkmaz bir sapan ve eyleme devam. Eee iş uzuyor. Kapatıyorlar tımarhaneye.  Tedavi ve bir süre sonra iyileşti düşüncesiyle  heyet  karşısına çıkıyor. Dr. soruyor :

– Sülo ne yapacaksın çıkınca?

– Eve giderim, annemi babamı görürüm, arkadaşları görürüm sonrada benim bir lastiğim var onu alır kuş

vurmaya…  der demez haydii tekrar içeri, tedaviye devam. Zaman geçer uzatmayalım yine bir heyet karşısındaki sohbet:

– Sülo ne yapacaksın çıkınca?

– Valla akıllandım doktorum ben. Çıkınca annemin babamın hayır duasını alırım, işe girerim çalışırım. Para kazanırım.

– E başka ?

– İşte hafta sonları da dinlenirim, ava çıkarım, benim bir lastiğim var… deyince tamam tamam derler haydi içeri… Zaman geçer tedaviye devam, aynı senaryo :

– Sülo ne yapacaksın çıkınca?

– Valla akıllandım doktorum ben. Çıkınca iş güç sahibi olurum çalışırım artık, anneme babama da hayırlı bir oğul olurum. Zaten mahallede sevdiğim bir kız da var onunla evlenirim. Ona güzel de bir düğün yaparım.

– Ne yapacaksın düğünde?

– İşte evin bahçesinde yemekli, davullu, zurnalı oyunlu düğün yaparız, eğleniriz, sonra ben gerdeğe girerim.

– Vaaay gerdeğe ha… Ne yapacaksın gerdekte?

– Ne yapacam, soyunurum, sonra da yavaş yavaş gelini soyarım deyince… Doktorlar pür dikkat…

– Eee sonra ne yaparsın ?

– Sonra işte gelinliği duvağı, çıkartırım, fanilasını, sütyenini çıkarırım…

– Eee daha sonra ne yaparsın? diye  sorar  başka bir doktor  bütün gözler merakla Sülo’nun üstündeyken.

– Ya işte o donu var ya o donu..

– Eeee noolmuş donuna ?

– Ya o donunun lastiğini alıp da bir kuş vururum ki ooo…

Sonuç malum.

Kıssadan hisse. İnatla lastik diyen ve bu dernek çatısı altında olsun olmasın tüm Sülo’lara selam olsun.

(*) Gülten Akın – İlkyaz

(**) Eski bir kızılderili deyişi.

(***) Atatürk Kültür Merkezi. Rantiye…L